24 Şubat 2018 Cumartesi

Mimarların Üstadı; Duayeni, Yazar: "Aydın Boysan ile Röportaj" Nil GÜRESİN

Aydın Boysan ile Röportaj
Nil GÜRESİN
Bu toplumda Sayın Aydın Boysan’ı tanımayan olduğunu düşünmek bile istemiyorum.
63 yaşına dek asıl mesleği olan mimarlıkta bir çok esere imzasını atmış; “bu yaştan sonra yazarlık mı olur?” diyenlerin yüzünü kara çıkartıp, ardı ardına 30’ün üstünde kitap yazmış;fotoğrafik bir göz ile bilgi ve deneyimi, mantık ve duygu ile karıştırıp, harmanlamış ve toplumumuzdaki güzellik ve de çirkinlikleri mizahla bizlere sunmuş 90’larında ruhu genç bir duayendir o.
Sayın Boysan’a, düşündüklerini çok açık ve net ifade ettiği için “sivri” diyenler olabilir. Ama ona herhalde hiç kimse “cesaret sahibi değildir” diyemez. Toplumsal davranışların değişebilmesi için eski tabirle “müdanasız” cevherlere daima ihtiyaç vardır. Bu tabire dört dörtlük uyan bir kişi işte Sayın Boysan’dır. Onun gibilerin değerini iyi bilmeliyiz.
Nilgün Güresin: Yazarlık nasıl başladı? Bugüne kadar kaç kitap yazdınız?
Aydın Boysan: 30’un üstünde. İlk kitabım çıktığında 63 yaşındaydım. Ta 1982 yılında, 61 yaşındayken Hürriyet’te yazı yazmaya başladım; beni buna arkadaşlarım sürükledi. O sıralarda Hürriyet Cağaloğlu’ndaydı; şu meşhur Bab-ı Ali. 10 yıl sürekli olarak Hürriyet’de yazdım. Bu arada Güneşli’deki Hürriyet’in yeni binasını da mimar olarak ben yaptım.
O yaştan sonra yazı yazmaya başlamak bana hiç de ters gelmedi. Mimar olarak uzun yıllardır kafamda birtakım fikirleri oluşturup çiziyordum; aynı şeyi bu kez de yazarlık sırasında yaptım. Elimdeki birikimi, düşüncelerimi yazı şeklinde kâğıda döktüm. Yazar oldum, yazdım. Çizmek, ya da yazmak, hiç farketmiyor.
Zaten bana göre asıl sorun kafada bilgiyi oluşturmak, tasarlamaktır. Dolayısıyla, yazarlık bana hiç yabancı gelmedi.
Bunun belki bir başka nedeni de, benim 5.5 yaşında iken okumaya başlamamdır. Evdeki öğretmenim, aydın bir Cumhuriyet eğitimcisi olan annemdi. Bu bir başlangıçtı ve ben o günden beri kitap okumayı bırakmadım; hala da okumaya devam ediyorum…
Annem öğretmen Nevreste Hanımın beni okumaya teşvik etmesi, ilkokulda 4 yıl öğretmenim olması, çalışmadığım zaman kızması ve sınıfta en sert muameleyi bana yapmış olması çok faydalı oldu.
NG: Çocukluktan itibaren dimağınız doğru bilgiyle, bilimle, sanatla, kültürle beslenmiş… Darısı bugünün çocukların başına…
Peki, yaşadığınız bu uzun zaman diliminde sizce Türkiye nereden, nereye geldi?
AB: Müthiş bir ilerleme var; yaşam şartları değişti, düzeldi ve kolaylaştı. Teknoloji evimizin içine kadar girdi. Ama maalesef tersine de gelişen bir sürü durum var.
İnsanların zihinsel çalışma huyu tembelliğe dönüştü. Okuma zevki kalmadı; kültür zayıfladı ve en önemlisi ahlak zayıfladı. Hatta toplumsal ahlak yürekler acısı bir hale geldi. Artık hiç kimse, bir başkasının birdenbire “nasıl bu kadar çabuk, bu kadar zengin olduğunu” merak etmez ve hesap da sormaz oldu.
Bir zamanlar şaibeli insan olmak utanılır bir durumdu, bir ayıptı. Şaibenin gerçek olup, olmamasının önemi bile yoktu. Bugün şaibeli insan olmak hem o kişiye ve hem de tüm topluma “vız” geliyor!
Bunlar çok çirkin gelişmeler. Her evde her türlü konforun bulunması, yaşama koşullarının iyileşerek, topluma yayılması sedece maddi zenginliklerdir; ama insanın ruhunu beslemez; inadına sefilleştirir.
Vaktiyle Samatya, Narlıkapı’da otururken çöpümüz at arabasıyla toplanırdı; ne akan suyumuz vardı ve ne de elektriğimiz. Ama biz daha o senelerde İstanbul Tiyatrolarında Shakespere seyrediyorduk. Konfor insanları budalaştıran faktörlerden biri haline dönüştü ülkemizde.
NG: Ama bu niçin sadece Türkiye’ye özgü bir durum olsun ki? Batı ülkelerinde de konfor arttı; aynı zamanda sanat ve kültür hareketi de son hızla devam ediyor; Shakespere ise hala başköşede.
AB: Batı ülkelerinde okuma alışkanlığı, zevki, sanata yakınlık çok eski yılların, yüzyılların toplumsal huyları ve alışkanlıkları arasında. Bizde edebiyat “sarayın uşağı” oldu. Divan edebiyatı denen edebiyat türü bir uşaklık edebiyatıdır.
NG: Sahi mi; bunu biraz açalım isterim…
AB: Söyleyeyim. Şair sevgilisine bile yazarken, hayal denen etki gücünü, nazı, naz etmeyi su yerine kullanıp, bir fıskiye çizer ki, o da sevgilisinin boyunu sembolize eder. Bu kadar yerlere yatan, ayaklara kapanan bir aşk kanımca artık aşk değildir. Bu sululuktur, laubaliliktir, hafifliktir ve hatta cinsel budalalıktır.
NG: Arabesk’imi tarif ediyorsunuz acaba? Biraz mazoşizm kokan, adeta acı çekerek keyif alınan, biraz da dramatik ve sosyolojik müzik türü…
AB: Aynen… Hem de nasıl bir arabesk!
NG: Ama bir ülkede kabul gören, dinlenen müzik- veya san’at- bir anlamda toplumun aynası değil midir?
AB: Yalnız garip olan şu: Arabesk terimi bizden değil, Avrupa’dan kaynaklanmış. Üstelik Arap kültürüyle olan ilişkisini de çok iyi bilen yok. Oryantalizm veya şarkkari olmak; doğulu biçiminde yaşamak anlamındadır.
NG: Bir taraftan “şarkkari” müzik dinliyor, hatta giyiniyoruz; diğer taraftan da Manhattan’ını da kendimize uydurup, Mashattan yapıyoruz. İstanbul’a Venedik’i bile getirmedik mi?
Bu nasıl bir yaşam kültürü anlayışıdır? Mizahi zenginliğimizden mi kaynaklanır, yoksa “Taşı, Toprağı Altın İstanbul”da yaşamanın kaçınılmaz bir sonucudur? Ne dersiniz?
AB: Önce mizahdan söz edelim. Mizahın kaynaklarının başında işkence çekmek, zorlanmak gelir. Mizahın yaratıcıları çoğunlukla hayatta zorlanan insanlardır. Toplumla uyuşamayan, sıra dışı insanlar. İşte Neyzen Tevfik örneği; toplumla uyuşamamasının ona verdiği isyan hevesiyle şiirlerini, enfes mizah dolu ürünler olarak yaratmış. Bugün yaşasaydı, İstanbul’a kuşkusuz o da isyan ederdi.
İstanbul’un nüfusu tarihte hiçbir zaman 1 milyona bile yaklaşmamıştır. Bizans İmparatorluğu’nun zamanında olsun, Osmanlı İmparatorluğu’nun en parlak devirlerinde olsun herzaman 1 milyonun altında kaldı. Hatta sur kapılarında fizyonomistler vardı. Kapıdan içeri girmek üzere gelen insanın suratına şöyle alıcı gözüyle bir bakarlar ve girip, giremeyeceğine onlar karar verirlerdi. Beğenmediklerini, güven vermeyenleri, “Bu içeri giremez” diye geldiklere yerlere geri gönderirlerdi. İnan bana, resmen çalışırdı bu müessese.
NG: Size inanmamak nasıl mümkün olabilir, ancak İstanbul’a girişlerde vize sorulması hakkında ne diyeceğimi bilmiyorum doğrusu.
Bugün bir insanın yüzüne bakıp da, “Kardeşim ben seni beğenmedim, İstanbul’a yakışmazsın, hadi bakalım sen geldiğin yere dön” diyecek bir babayiğitin çıkabileceğini sanmam.
AB: Bunun adına demokrasi diyorlar. Demokrasinin de cibilliyetini, karakterini rezil, kepaze ettik. Aslında bence demokrasinin saçma bir yanı daha var; kim ne derse desin!
“Nedir o ?” diye sen sormadan ben söyleyeyim:
Çünkü her türlü insanın, eğitimli, eğitimsiz, görgülü, görgüsüz aralarındaki fark söz konusu olmaksızın, tıpatıp, aynı oy hakkına sahip olmasında bir saçmalık ve hatta bir yanlışlık var.
Cahillere verilen bir armağandır bu… Demokrasi düşmanı falan diye adım çıkar mı, çıkar; açıkçası hiç umurumda değil. Kim ne derse desin. Bana bu lafı yakıştıracak olanlara da ben şimdiden şu mesajı gönderiyorum: Vız gelir…
Bakınız, demokrasinin kökü, kaynağı ve doğduğu yer olan Atina’da bile herkesin oy hakkı yoktu. Sadece belirli ve yetişkin kişiler oy verebiliyorlardı. Bana kalırsa tüm dünya ülkelerinin demokrasiye yeni bir çare bulmaları lazım.
NG: Siz nasıl bir çare öneriyorsunuz?
AB: İnsanları zihinsel açıdan tartıp, sınıflandırmalıdır. Gelir vergisi sınıflaması değil bu; “kafa sınıflandırması”. Şart bu. Vergi sınıflaması kimsenin onuruna dokunmuyor ama “kafa sınıflandırması” deyince herkes pek bir hassas, onurlu. Bu kafasızlığın düpedüz ta kendisidir.
NG: Peki böyle yetkin, zihinsel şartlara uygun bir kişi nasıl tanımlanabilir? Bir tek eğitim de her zaman yeterli olmuyor. Görgü lazım; kentleşmeyi özümsemiş olmak lazım; kültür lazım.
Sizin de yıllardır sıkça değindiğiniz “İmar Barbarları” örneğin. Onlar da bu ülkenin üniversitelerinden mezun olmuş, hatta iyi yetişmiş diyebileceğimiz, bir çoğu kentli ve yetkin kabul edilen mimar ve mühendisler. Oy verme hakkı olan gruba girerler mi, girmezler mi?
AB: Kesinlikle hepsi girmiyor.
Ölçü nedir? Ölçü: akıl, bilgi ve ahlakdır. Bu üç kritere uygunluk açısından insanları sınırlandırmanın yolu mutlaka var. Bu koşullar altında, ancak ahlaklı ve zirvedeki insanların oy hakkına sahip olduğu bir toplum her açıdan ilerleyebilir. Demokrasi madrabazları, hem din ve hem de çıkar faktörünü kullanarak insanları aldatıp, toplumu da en sonunda yozlaştırdılar.
NG: Okumaktan çok keyif aldığım “İstanbul’un Kuytu Köşeleri” adlı kitabınızda gerçek bir “yurttaşlık bilincine sahip” 3 yaşlı İsveç’liden söz edersiniz. Bu gerçek öyküde, yaşadıkları şehirden geçmesi planlanan bir yolun yapımı için, bir kaç tane yüzyıllık ağacın kesilmesi lazım. Buna razı olmayan bu 3 yaşlı İsveçli ağaçların altına yatıp, “Bizi öldürmeden bu ağaçları kesemezsiniz” derler. Onların bu dayanışma ruhu karşısında yol planı değiştirilir. İnsanın tüylerini ürperten bir öykü. Bizde ise otel yapabilmek için, ormanlar bile yakılabiliyor; hiç kimseden ses yok, itiraz yok.
Toplumumuz niçin kendi geleceğini teslim etmeyecek kadar gelişemedi ve bütünleşemedi?
Bu duyarlılık bizde hala niçin toplumsal değil de, münferit?
AB: Bu duyarlılığı gösterecek “uygar” insanların sayısı bizde çok az olduğu için. Biz anılarımızın mekânlarını, geçmişimizden bize kalanları, her şeyi ama her şeyi taksit taksit yok ediyoruz. Hepsini yok ettiğimiz anda geçmişimizden de ruhsal olarak kopmuş olacağız.
Bizi bir “ruhsal intihar” bekliyor.
NG: 1950’lerden beri İstanbul’un, “devlet eliyle” tarihinden, kimliğinden kopartıldığını yazıyorsunuz. Ruhsal intihardan kastınız bu mu? Acaba bolluk mudur insanları şımartan?
AB: Toplum kendisine ait kültürün kaynaklarını unutur oldu. Örnek mi? Çocukluğumuzda İstanbul sokaklarında kendi mutfağımızdan 40–50 çeşit yemeğin sunulduğu aşçı dükkânları vardı. Bunların yerini bugün pizzacılar aldı, kebapçılar aldı. Bu, yaşama biçimindeki kültür sulanmasının, cıvımasının işaretlerinden birisidir.
Bolluk, doyumsuzluğa dönüştü; insanların ahlakını bozdu.
Bir toplumun şayet kendisine güveni ve saygı duygusu var ise bazı olaylar gerçekleşebiliyor. Olaylara farklı bir pencereden bakabiliyorlar. Biz İstanbul’un fethinden sonra Ayasofya’ya “cami” demişiz. Ayasofya kimdir? St. Sophie… Bir Hıristiyan azizesi. Adını anında silivermişiz.
İşte Samatya… Yüzyıllarca adı Samatya kalmış. 1950’lerde Kıbrıs meselesi nedeniyle Samatya adını kaldırdılar. Adı Kocamustafa Paşa oldu. Ahlak ve edep fukaralığından kaynaklanan bir oluşum.
Ezan’ın da bir zamanlar Türkçe okunduğunu hatırlayalım. Ama sadece ezanla da ilgili bir değişim değilki toplumdaki. Cıvımalar başladığı zaman bütün sahnelerde patlak veriyor. Resmi sıfatı olan insanların aile hayatlarının yobazlık gösterilerine dönüşmesi de son yıllarda peydahlandı.
NG: Bodrum’un Yalıkavak-Torba hinterlandındaki kitapevlerinin zarar ederek, birer, birer kapanmaya zorlandığını söylediler. O bölgede yazları üst gelir grubundan neredeyse 500,000 kişi yaşar. Her türlü zevke hitap eden restoran, bar bulabilirsiniz de nasıl oluyor kimse kitap almıyor? Bu tabloya, “İşte yeni Türkiye’nin özeti mi demeliyiz?”
İyimser olmak için hiç mi neden yok?
AB: Kitap konusu hem çok acı ve hem de hassas bir nokta. Bizim yüreğimizin ve kafamızın röntgenidir bu.
Maalesef, karamsar olmak için birçok neden olduğunu düşünüyorum.
En önemlisi de şudur: Ancak, Cumhuriyet’in ilk 15 yılındaki uygarlaşma yangınının bir defa daha yanmasıyla, alev almasıyla kurtulabiliriz. Bu da ipini koparan herkesin oy vererek, cıvıttığı ve dejenere ettiği demokrasilerde olmaz.
1917 Rus ihtilalinin gerçekleşmesindeki sebeplerinin başında bana göre Dostoyevski var, Gorki var. Edebiyat merakı var. Rus müzisyenleri ve bestecileri var. İnsan neyin, nereden kaynaklandığının hesabını yapmaya başlarsa, analiz ederse mutlaka sanatın her köşesinden kaynakların aktığını görür. Rusların opera yapmaları, görsel sanat mazileri, dünyaca ünlü yazarlar yetiştirmiş olmaları, resim sanatının zenginliği, müzikleri, onların ileri noktada sanat ve kültüre değer veren bir topluma sahip olmalarını sağlayarak, Rus devrimini yaratmıştır.
NG: 1989’da Demirperde yıkıldıktan benim dikkatimi de şu çekmişti: Çekoslovakya’sı da, Romanya’sı da, Macaristan’ı da o baskılı rejim yıllarının altında dahi sanat ve kültürle beslenmeye devam etmişler.
Bu birazda kentleşmeyle ilgili bir süreç değil mi? Bireysel ve toplumsal sosyalizasyonunu tamamlayamamış toplumların meselesi. Köyden, büyük şehre gelişte kentleşmeden geçişin sonucu yaşanan uyumsuzluk.
AB: Yine konu bence demokrasinin nasıl anlaşılması gerektiğinde düğümleniyor. Demokraside oy hakkına sahip olunması için, insanın önce insan olması lazım. İnsan olmakta ancak ve ancak san’ata, kültüre, bilime yaklaşarak mümkündür. İnsanlar ‘güruh’ olmaktan kurtulmadıkça, demokrasi, ahlakı dahi rezil eden bir açık kapıya dönüşüyor.
NG: Bir zamanlar çok kültürlülüğün sembolü olan Beyoğlu’nun bugün İstanbul’a dolmuş, şaşkın ve amaçsız dolaşan güruhların mekanı görüntüsünü vermesi gibi mi?
AB: Evet, hiçbir şey görmeden, yapmadan, öğrenmeden, bir aşağı-bir yukarı yürüyen kalabalık insan kitleleri…
Bir zamanlar Beyoğlu sinemaların da merkeziydi; neredeyse 1000 kişi alan yerlerdi bunlar. Salonlar dolar, taşardı. Şehir Tiyatroları keza. Hem komedi ve hem de dram bölümleri vardı; bütün hafta kapalı gişe oynarlardı. Haftada 2 ayrı oyun oynandığı bile olurdu. Neyiye Neyir’in oynadığı “O Kadın” oyununun 50. temsilinde İstanbul duvarları afişlerde donanmıştı. Bugün artık İstanbul duvarları resmi kurumların ve kişilerin kendilerini ve yaptıkları işleri öven afişleriyle dolu; her şey cıvıdı.
Sorun doğruyu ve çözümü aramaktan değil, çıkarı aramaktan kaynaklanıyor.
Bir örnek. İstanbul ile Roma’yı karşılaştıralım; her ikisi de bir büyük imparatorluğun başkenti olmuş. Roma hala karakterini koruyor; İstanbul 1 milyon nüfustan, 20 milyona çıkartılarak insan üşüşmesine çıkar oltası atılan bir ahlaksızlık pazarına dönüştü.
Kaymakamı, belediye başkanı farklıymış, bunların hiçbir önemi kalmadı. Mahalleler, hatta caddeler bütünleşti; yaşam bütünleşti.
Biz 20 milyon nüfusu toparlayabilecek, düzenli yaşatabilecek bir toplumsal ahlak seviyesine ulaşamadık ki! Bu ahlak tabii önce bilgi ve saygıyı içermelidir.
Bizim meselemizi küreselleşmeye dayandırmak da hatalıdır bence. Bu kötü gidişin, kültürel sefilleşmenin sonucu olarak ahlaki çukurlara gömülmenin önünü mutlaka alacak bir tarz bulmak zorundayız.
NG: Sıkıntı doğru lideri bulamamaksa bu sıkıntıyı sadece biz değil, tüm ülkeler çekiyor. Ama toplumları ileriye götürenler de yalnız liderler olmamalıdır, değil mi? Bugün Türkiye dünya ekonomi klasmanında ön sıralarda ama bunun yanında ciddi sosyal ve toplumsal sorunlarımız da var. Zira biz tepkisi ve merakı az, hafızası zayıf bir toplumuz. Yurttaşlık bilincinin gelişemediği bir ülkede değişim nasıl sağlanabilir ki?
Bu arada şunu da söylemeden geçemeyeceğim; aslında bugün ben bir sohbet ve mizah ustası olan Aydın Boysan’a “Türkiye’de hayatı daha hafife almayı nasıl öğrenebilirim?” diye sormaya gelmiştim ama…
AB: Ben de inadına tam tersi laflar ediyorum…
Karamsar olmamaya karar verip de her şeyi tozpembe görmeye başlarsak, hiçbir zaman, hiç birimizin çözüme yaklaşamayacağımız kesindir.
Hayatı hafife almak mizah değil tabii. Zira mizah, güldürmez, düşündürür. Amacı odur. 400 yıl önce Moliere güldürme tuzağını kullanarak eserlerinde insanları, kitleleri düşünmeye sürüklemiştir.
Türk toplumu genç ve dinamik diyoruz ama bana maalesef umut vermiyor. Zira kafa yapısı itibariyle gençler de daha çok refaha, yani maddesel tembelliğin yarattığı refaha hevesliler. Gençlerimiz bu politikalarla, bu kaynaklarla neler olabileceğine hiç kafa yormuyorlar. Bence gençliğimiz dinamizm değil, konfor peşinde.
NG: Türk medyasının yıllarca içindeydiniz. Sizin deyiminizle bugünkü “kültürel sefillikte” medyanın hiç mi rolü yok?
AB: Mutlaka var. Artık medya, Cumhuriyet’in ilk zamanlarında olduğu gibi mesleği gazetecilik olan kişilerin %100 yönettiği kurumlardan, din adamlarının gizli gizli çıkarlarını koruyan, kısmen de olsa uşaklaşan bir güç haline dönüştü. Batı ülkelerinde de mega medyalar var: ama oralarda eğitim ve okuma oranları yüksek, dolayısıyla uşak olmayanlar da ayakta kalabiliyor. Japonya’da yılda kişi başına 30 kitap okunurken, Türkiye’de 1 kitabın bile altındayız.
NG: Değişim yaratmak örgütlü çalışmaktan geçer. Siz siyasete niçin atılmadınız?
AB: Bu konuda benim de kusurum var. Yeri gelmişken bir özeleştiri yapalım.
Bir zamanlar bazı partiler beni davet ettiler ama ben hiçbirisine yaklaşamadım, yakın hissedemedim. Buna iki açıdan değineceğim: Birincisi benim böyle bir görevden kaçışımda bana bulunacak ağır kusurlar var. Ülkenin durumu için bol bol konuşuyoruz ama kendimizi ortaya atmıyoruz. Bunun bir vicdani zafiyet olduğunu düşünüyorum.
İkincisi, siyaset ortamı öyle bulaşık ki, o bulaşıklığın bana verdiği nefret dolayısıyla da yaklaşmak istemedim.
Ama bütün aydın kişilerimiz için siyasete atılmak bir borçtur. Kaçışım, ruhumu hala rahatsız etmektedir. Bu kaçış zaman bulamamaktan da değildi; çevrenin bulaşması korkusuydu. Biliyorum ki, yanlış bir tavırdı.
Aslında tüm aydınların görevi politikaya atılıp, kötüleri temizlemek olmalıdır diye düşünüyorum…
Çok teşekkürler Sayın Aydın Boysan.